Av. Ömer ÖZGÜR ÜNLÜ: Erkan Bey, bu yıl 20 Temmuz’da ceza yargılamasında istinaf sistemine geçişimizin ikinci yılı doldu. Genel olarak istinaf sistemine geçişimizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Böyle bir sisteme geçilmesine sizce neden gerek duyuldu?
Dr. Erkan SARITAŞ: Aslında üç dereceli yargılama sistemi bize çok da yabancı değil. Ülkemizde modern anlamda ceza mahkemelerin kurulmasına ilişkin Mehakimi Nizamiye Teşkilatı Kanunu ile 1879 yılında ilk kez istinaf kanun yolu kabul edilmişti ve bu sistem 1924 yılına kadar da uygulandı. Elbette bu sistem, bugün anladığımız anlamda istifa sisteminden çok farklıydı. Ancak hukuk geleneğimizde bir iz bıraktığı söylenmelidir ve bu nedenle zaman zaman istinaf kanun yolunun tesisinin doktrin ve uygulamada dile getirilmesi söz konusu olmuştur. Şüphesiz bunda mehaz Alman Ceza Muhakemesi Kanununda istinaf kanun yolunun kabul edilmesinin de etkisi bulunmakta. Ancak temel etken, iki dereceli yargılamanın kendi içinde barındırdığı olağan paradoksların, artık sistemi katlanılamayacak bir krize sürüklemesidir diyebiliriz.
Ö.Ö.Ü : Nedir bu kriz?
E.S. : Bu krizi tanımlayabilmek için ceza yargılamasında kanun yolu olarak temyizin amacını doğru bir şekilde ortaya koyabilmemiz gerekmektedir. Modern muhakeme hukukunda temyiz kanun yolu maddi olayın hukuki nitelemesi noktasında hukuk birliğinin ve haliyle adaletin sağlanmasına yönelik bir fonksiyon icra eder. Çok kabaca, ceza muhakemesinde aslında iki sorunun tartışıldığını ifade etmemiz yanlış olmayacaktır. Birincisi; hukuka uygun yollarla elde edilen tüm delillere göre maddi olayın nasıl gerçekleştiğinin ortaya konulmasıdır. Yani hakimin, dava konusu maddi olayın nasıl gerçekleştiği, mesela atılı fiilin sanık tarafından işlenip işlenmediği, işlendiyse nasıl işlendiği konusunda belirli bir kanaate ulaşmasıdır. İkincisi ise bu maddi olaya ilişkin hukuki nitelemenin nasıl yapılacağıdır. Aslında temyiz kanun yolunda bunlardan yalnızca ikincisi tartışılmalıdır. Zira temyiz mahkemesi maddi olayın tartışıldığı bir mahkeme değildir, bu mahkemede mesela deliller ortaya konulup tartışılmaz, haliyle temyiz hakimleri delillerin ortaya konulması aşamasını bizzat müşahede edemezler, bunlar yalnızca dosya içeriğindeki verilere bakarak bu aşamayı en fazla tahayyül edebilirler ki bu, maddi olay muhakemesi değildir. Bu nedenle aslında temyiz aşamasında yalnızca maddi olay kabulüne ilişkin hukuki niteleme tartışma konusu yapılabilir durumda olmalıdır. Aslında CMUK döneminde de temyize ilişkin kanun hükümlerine bakıldığında farklı bir manzara ile karşılaşılmıyordu. Oysa uygulamada durum bambaşka bir minvalde gerçekleşti. İlk derece mahkemelerinin maddi olay kabullerinde çok ciddi hatalar söz konusu oldukça, Yargıtay, gittikçe artan bir oranda mevcut veya toplanması gereken delillere göre maddi olay kabulleri noktasında da inceleme yapmaya başladı. Elbette bu da Yargıtay’da bir dosyanın incelenip karara bağlanması süresini uzattı. Bu süre uzadıkça bir sonraki yıla devreden dosya sayısı her geçen yıl arttı. Dönem dönem daire sayısı arttırıldıysa da bu, ancak geçici bir çözüm olabildi. Gelinen aşamada bazı dairelerde bekleyen dosya sayıları 20-30 binli sayılara ulaştı. Dosyaların Yargıtay’dan dönüşleri 4 hatta 5 seneyi bulabilir hale geldi. Bu aşamada daire sayısının arttırılmasının hiçbir yararının olmadığı da anlaşıldı. Yalnızca maddi olay kabullerinin tartışıldığı pek çok dosya, direnme nedeniyle ceza genel kurulu gündemine geldi. Mesela adli sicil ve istatistik genel müdürlüğüne göre yalnızca son on yılda Yargıtay ceza dairelerine gelen toplam dosya sayısında yüzde 40,9 oranında bir artış söz konusu olmuş durumda. Yine bu istatistiklere göre yalnızca 2016 yılında bir sonraki yıla devir oranının %60 seviyesine ulaştığını görüyoruz ki bu çok yüksek bir orandır. Neticede artık sistem işleyemez hale geldi ve bu da çok ağır bir sistemsel krize dönüştü. İstinaf sisteminin önce tasarlanıp sonra da uygulamaya geçirilmesinde –AB’ye uyum ya da modern ceza muhakemesi sistemlerinde istinafın olmazsa olmaz bir unsur olması gibi idealist gerekçeler bir tarafa bırakılırsa- en temel etken, son 20 yılda had safhaya çıkan bu kriz olmuştur.
Ö.Ö.Ü: Peki istinaf sistemi bu krize bir çözüm getirdi diyebilir miyiz?
E.S. : Teorik düzlemde getirmesi gerekirdi. Zira maddi olayı da değerlendiren ve delil toplama yetkisine sahip bir ikinci derece mahkemesinin tesisi, maddi olaya ilişkin hatalı kabullerin çok büyük oranda çözülmesine yardımcı olacaktı. Bu da Yargıtay’ın asli görevine dönmesi demekti. Ayrıca maddi olaya dair muhakemenin, ilk derece mahkemesinden sonra bir başka derece mahkemesinde yeniden yapılması, dürüst ve güvenilir muhakeme ilkesinin tesisi açısından da önemli bir gelişmeydi. İlk derece yargılamasında toplanmayan bir delilin toplanmasının sağlanması, dinlenmeyen bir tanığın dinlenmesi, hiç ya da olması gerektiği gibi yapılmayan bir bilirkişi incelemesinin yapılması, adil yargılamanın temini açısından da önemli bir kazanımdı. Tabi pratik anlamda da pek çok dosya açısından istinaf mahkemesinin kararlarının kesin olması, hem yargılama süresini önemli ölçüde kısaltacak hem de Yargıtay’daki dosya yığılmasını ortadan kaldıracaktı. Aslında ilk yılda kısmen bu amaca ulaşılabildiğini de gördük. Gerçekten inanılmaz bir hızla Bölge Adliye Mahkemelerinden kararlar çıkmaya başladı. Mesela İstanbul Bölge Adliye Mahkemelerinde ilk yıl, dosyanın ulaşmasından itibaren ortalama karar süresi 2 aya kadar düştü. Ama aslında bu basit bir istatistik yanılgısından ibaretti ve bu kısa zamanda ortaya çıktı.
Ö.Ö.Ü: Nasıl bir istatistik yanılgısından söz ediyoruz?
E.S. : Aslında az önce de ifade etmeye çalıştığım üzere istinaf sisteminde esas olan muhakemenin yinelenmesidir. Bununla neyi kastediyorum? Eğer istinaf istemi usul ya da esas yönünden açıkça dayanaktan yoksun değilse ve kanunda sınırlı olarak sayılan bozma nedenlerinden biri de yoksa bölge adliye mahkemesi duruşma açacak ve tarafları dinledikten sonra bir karar verecektir. Ancak ilk yıl, bölge adliye mahkemelerinin çok ağırlıklı olarak iki tip karar verdiği görüldü. Mahkemeler eğer istinaf gerekçelerini yerinde bulmaz ve kararı isabetli görürlerse istinaf istemini, dosya üzerinden esastan reddetmekteydiler. Bu red ise genellikle iki satır kalıp cümlenin kopyala-yapıştır metoduyla karara nakledilmesine dayanmaktaydı. İkinci olarak ise çok fazla sayıda bozma kararı verdikleri görüldü. Esasen Bölge Adliye Mahkemelerinin de CMK m.280/1-d’de gereğince elbette bozma kararı verme yetkisi var ve mesela görevsiz mahkemenin kararını sırf bu nedenle bozarak geri göndermelerine hiçbir engel yok. Ancak BAM’ların hangi hallerde bozma kararı verebilecekleri numerus clausus olarak CMK m.289’da sayılmış ve burada sayılanlar dışında bir gerekçe ile bozma kararı verebilmeleri mümkün değil. Ancak ilk yılki uygulamada BAM’ların bu maddedeki bazı bentleri kıyasa varacak derecede geniş yorumladıkları ve bozma kararları verdikleri görüldü. Örneğin ilk derece mahkemesi kararının, toplanması gerekli bir delilin toplanmadığı hallerde CMK m.289/1-h’de yer alan “hüküm için önemli olan hususlarda mahkeme kararı ile savunmanın kısıtlanmış olması” hükmüne dayanarak ya da maddi olay kabulünde bir hata içerdiğinin düşünüldüğü hallerde ise CMK m.289/1-g’de yer alan “Hükmün 230 uncu madde gereğince gerekçeyi içermemesi” hükmüne dayanarak bozulduğu görüldü. Az önce belirttiğim istatistik yanılgısı da buradan kaynaklandı. Zira BAM’lar çok ağırlıklı olarak bozma ya da dosya üzerinden red kararları verdikleri ve zaten yeni kuruldukları için çok hızlı bir şekilde karar verebiliyorlardı. Oysa aslında bu fıkraların, bu tip bozma kararlarına dayanak olamayacağı açıktı. Çünkü zaten istinaf sisteminde bozma çok istisnai hallerde olabilecek bir ihtimal olarak tasarlanmıştı. Ceza muhakemesinde temel bir ilke olarak istisnai hükümlerin kıyas konusu olması mümkün değildir. Zaten çok geçmeden bu yorum ciddi bir uyuşmazlık kaynağı haline gelmeye başladı ve sonunda, hukuk tarihinde eşine rastlanmayacak bir şekilde ilk derece mahkemesi hakimlerinden bir kısmının toplu olarak imzaladıkları bir tutanakla bu duruma deyim yerindeyse isyan ettikleri görüldü. Hatta bozma kararından sonra “karar verilmesine yer olmadığına” dair karar vererek dosyayı BAM’a iade eden ilk derece mahkemeleri söz konusu oldu. Nihayetinde yeni bir sistemsel krizle karşı karşıya kaldık. Tabi buna bir çözüm getirilmesi gerekiyordu ve sonunda, 7035 s. Kanun ile BAM’ların, CMK m.289/1-g veya h’ye dayalı olarak bozma kararı veremeyecekleri hükme bağlanarak oldukça kökten bir çözüm getirildi. Tabi, hem bu düzenleme hem de geçmiş yıldan kalan dosyaların olması istinaf sisteminin ikinci yılında karar verme sürelerini bir önceki yıla oranla ortalama 4-5 katına çıkardı. Bu da karar verilemeyip devredilen dosyaların sayısını arttıracak ve bu pekiştirici geribesleme zamanla karar verme süresini mütemadiyen katlayacak gibi görünüyor. Mesela Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü verilerine göre BAM Ceza Dairelerinin bir sonraki yıla devrettiği dosya sayıları 2016 yılının son beş ayı için 5846 iken, 2017 yılı için bu sayı 69.716’ya fırladı. Bunda, 7035 s. Kanunun tesirinin olmadığını söylemek imkansız. Hatta bu düzenlemenin getirdiği önemli bir sonuç da dosyaların BAM’larda neticelenme şekline dair resmin önemli ölçüde değişmesi oldu. BAM’lar çok ciddi bir dosya yükü altına girince dosya üzerinden esastan red kararlarını daha kolay vermeye başladılar maalesef. Yargıtay’ın ceza dairelerinin istatistiklerine bakıldığında, yıllara göre bir değişim olmakla birlikte 2006-2016 arasında ortalama olarak onanan dosya sayısının %50’yi geçemediğini görüyoruz. Oysa BAM istatistiklerinde davanın esastan reddine dair kararların ortalama %70 seviyesine kadar ulaştığını anlıyoruz. Son iki yılda ilk derece mahkemeleri birden bire daha doğru kararlar vermeye mi başladılar? Elbette hayır. Peki eskiden kanun yolu başvuruları daha yüksek bir oranda kabul ediliyorken, artık neden daha düşük bir kabul oranı söz konusu oluyor? Şüphesiz bu sorunun cevabını ararken, belirttiğim bu hususlardan ayrık düşünmeye olanak yok. Neticede bir problemi çözerken başka problemler ortaya çıkarmaktan kaçınamadık. Bu, kısaca kervan yolda dizilir temeline dayanan norm ihdas mantığımızın klasik bir sonucu.
Ö.Ö.Ü.: Peki hemen ikinci yılında neden böyle bir düzenleme yapmak gerekti. Bunu yalnızca keyfi bir uygulamayı önlemek olarak mı yorumlamalıyız?
E.S. : Aslında çok da keyfi bir uygulama değildi. Yani BAM yargıçları elbette oturup hızlı karar verme yarışına girmediler. Onları bu şekilde bir yoruma belki de mecbur kılan, sistemdeki aksaklıklardı. Bunu özellikle iki farklı pencereden değerlendirmemiz gerekiyor. Bir kere; bölge adliye mahkemeleri kurulunca ilk derece mahkemelerindeki tecrübeli pek çok hakimi oraya kaydırdık, bu elbette elzemdi. İkincisi terör örgütlerine iltisaklı olduğu anlaşılan hakimleri meslekten uzaklaştırdık, bu da elzemdi. Ancak her iki durum da işin doğası gereği bir hakim açığı ortaya çıkardı. Bunu kapatmak için mesleğe aldığımız hakim-savcı adaylarının eğitimlerini gereği gibi veremedik. Bu genç hakimlerimiz mesleğe başlayınca da karar verilmesi gereken binlerce dosya ile karşılaştılar. İlk derece mahkemelerinde görevli daha tecrübeli hakimler de dosya sayısı içinde boğuldular. Bu da ilk derece mahkemelerinden çıkan kararlarının niteliğini oldukça düşürdü. BAM’a gelen pek çok dosyada gerek usuli işlemler, gerek maddi olayın aydınlatılması, gerekse de hukuki niteleme noktasında son derece ağır hataların ya da eksikliklerin olduğu görüldü. Bunların her biri açısından davanın yeniden görülmesi, delillerin toplanması, hataların ayıklanması muazzam bir iş yükü demekti. Ayrıca hatalar ikinci derecede giderildiği için alttan benzer kararlar gelmeye de devam edecekti. Bu nedenle BAM’lar CMK m.289’u oldukça geniş yorumlayarak bozma kararı vermeyi tek çözüm yolu olarak gördüler. Bu şekilde bir yorumla sistemdeki aksaklıkları gidermeye çalıştılar. Hatta doktrinde, bu şekilde bir uygulamanın, tam da bu gerekçe ile isabetli olduğunu belirten öğretim üyeleri oldu. Mesela kanunun da hazırlanması sürecinde etkin rol alan bir öğretim üyesinin, istinafla ilgili geniş kapsamlı bir sempozyumda, BAM’ların ülkemiz koşullarında tırnak içinde ilk derece mahkemelerini hizaya getirmek gibi bir görevlerinin de bulunduğunu ve bu nedenle BAM’ların bu şekilde bozma kararı vermesinin normal olduğunu ifade ettiğini hatırlıyorum. İkinci olarak BAM’ların iş yükü, bölgelerindeki mahkeme sayısı ile de bağlantılı olarak zaten çok. Yalnızca İstanbul’da yanlış bilmiyorsam 300’e yakın asliye ceza mahkemesi var. İstanbul BAM’ın yargı çevresindeki tüm illerdeki, tüm ceza mahkemelerini düşünün. İnanılmaz bir sayı söz konusu ve İstanbul BAM’ın halihazırda yalnızca 23 ceza dairesi var. Bu kadar az daire ile bu iş yükünü kaldırmak çok zor. Elbette bu sorunu çözmesi gereken ve de çözebilecek olan bizzat BAM’lar değil. Ancak pek tabidir ki bu sorunun çözüm yolu da kanun hükmünü mecrasından daha geniş yorumlamak değil. Bununla birlikte bu ağır iş yükü ile boğuşanlar bizzat onlar oldukları için BAM hakimlerini de bu sorundan tamamen yalıtmamız olanaksız. Dolayısıyla bence bu yorum bir mecburiyetten kaynaklı oldu, sorun bu minvalde olunca onlar da böyle bir çözüm bulmuşlardı.
Ö.Ö.Ü.: O zaman BAM’ların üzerinde oldukça ağır bir dosya yükünün olması kaçınılmaz. Peki bu durum yalnızca daire sayısı ile mi ilgilidir?
E.S.: Elbette değil. Bir kere temelde bizde BAM’lar ilk derece mahkemelerinin kararları açısından geçilmesi zorunlu bir duvar mahiyetinde. Buna göre özel kanunlarda aksine hüküm yoksa ilk derece mahkemelerinde verilen her karar aleyhine ancak istinaf kanun yoluna başvurulabilir, doğrudan temyiz kanun yoluna gidilemez. Oysa söz gelimi mehaz Almanya’da ağır ceza mahkemelerinin görev alanına giren suçlar açısından istinaf kanun yolu öngörülmemiş, doğrudan temyize gidilmesi kabul edilmiş. Yine Almanya’da, istinaf mahkemesi sayısı, ülkenin bütünü nazara alındığında oldukça fazla. Oysa bizde ülkenin coğrafi şartları nazara alındığında BAM sayısının oldukça az olduğunu görüyoruz. Örneğin yalnızca 23 ceza dairesi olan İstanbul BAM’ın yetki alanında Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, İstanbul, Kocaeli, Sakarya illeri yer almakta. Bu illerde yaşayan insan sayısı kabaca 20 milyon. Bu da nasıl bir iş yükünün söz konusu olduğunu anlamamıza yetiyor.
Ö.Ö.Ü: Bu manzarada, aslında pek çok sorunun kaynağında kanuni düzenlemeden ziyade alt yapı eksikliği var diyebilir miyiz?
E.S. : Bu da çok doğru bir tespit olmaz. Evet altyapı eksiklikleri istinaf sistemindeki aksaklıklarda başat rol oynuyor, bu doğru. Ancak bunun yanında, istinafla ilgili pek çok sorunun kaynağında kanuni düzenlemedeki aksaklıklar da var. Örneğin kanunun ilk halinde BAM’ın temyiz edilemeyen hükümleri açısından başvurulabilecek hiçbir kanun yolu öngörülmemişti. Mesela BAM açıkça hatalı bir şekilde istinaf istemini reddetmiş olsun, karar açıkça hukuka aykırı, herkes de biliyor, ancak kimse hiçbir şey yapamıyordu. Benzeri bir durum Yargıtay’da olsa çözümü var, ancak BAM’da olunca hiçbir çözümü yoktu. Örneğin o dönem bir BAM üyesi ile sohbetimizde, bir başka dairede karar verildikten sonra hatanın anlaşıldığını ve ancak hiçbir çözüm olmadığını, sırf bu nedenle daire üyesi bir arkadaşının geceleri uyuyamadığını söylediğini anlatmıştı. Sonradan yapılan bir kanun değişikliği ile BAM C. Başsavcısının itirazı müessesini getirdiler. Aslında böyle bir sorunun ilk başta öngörülmemesi ve kanuna buna uygun bir çözümün eklenmemesi tek kelimeyle korkunç bir durum. Bu, öyle çok öngörülemeyecek ekstrem bir durum değil ki. Şimdi bu gibi bir sorunun kaynağının kanun yapma mantığımız olmadığını söylemek mümkün mü? Böyle bir durumda BAM üyeleri ne yapsın? Yalnızca bu da değil, CMK’nın kabul edip sonra da amiyane tabiriyle yamaladığı istinaf sisteminde başka pek çok sıkıntı da var. Örneğin ilk derece mahkemesinde görülen bir davanın başka bir dava ile bağlantısı var ama hasbelkader ayrı açılmış. Öyle ki birinde verilecek karar diğerini doğrudan etkileyecek ve mutlaka birlikte görülmeleri gerekiyor. Ancak her nasılsa ayrı ayrı görülüyorlar ve biri karara bağlanıyor, istinafla BAM’ın önüne geliyor, diğeri halen ilk derece mahkemesinde. BAM, 7035 s. K. değişikliği öncesinde, -doğrudur veya değildir- bozma kararı vererek bu sorunu çözebiliyordu. Şimdi bu gerekçe ile bozma kararı veremeyecek. İki farklı derecedeki mahkemelerde yer alan dosyaların birleştirilmesi de elbette mümkün değil. Ama kesinlikle birlikte görülmeleri gerekiyor. Ne yapacak BAM? Bu gibi bir soruna dair kanunda hiçbir öngörü yok maalesef. Bu gibi bir durumda, BAM’ın, elindeki dosyayı diğer dosya karara bağlanıp da istinaf istemiyle önüne gelene kadar bekletip, sonra da birleştirip birlikte karara bağlamak dışında hiçbir imkanı yok, bunun da ne derece anlamsız olduğunu ifade etmeye sanırım gerek yok. Oysa bu durumda da bozma kararı verilebilmeliydi. Tutuksuz sanığın kendi başvurusu üzerine açılan davanın duruşmasına gelmemesi halinde istinaf başvurusunun reddini öngören 281. maddeye hiç girmiyorum bile ki Allah’tan Anayasa Mahkemesi bu cümleyi iptal ederek eşine az rastlanır bu hukuk garabetini ortadan kaldırdı. İşte istinaf sisteminde, bunun gibi, giderilen veya giderilemeyen pek çok sorun var ve bunları konuşmaya kalkarsak emin olun bir gün yetmez.
Ö.Ö.Ü.: Peki, istinaf yargılamasındaki bu sorunlar nazara alındığında bazı hükümlerin BAM kararı ile birlikte kesinleşmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
E.S. : En temel problemlerden biri hiç şüphesiz temyiz edilemeyecek kararlara dair kabul edilen sistem. Bizde hukuk yargılamasında istinaf sistemi belirlenirken esas itibariyle dava değeri temel alınmıştır. Buna göre kural olarak davanın nev’i veya konusundan ziyade değeri BAM’ın vereceği kararın temyiz edilip edilemeyeceğini belirleyecektir. Buna paralel şekilde ceza yargılamasında da -istisnai haller hariç olmak üzere- kural olarak sonuç ceza esas alınmıştır. Ancak bunun çok ciddi sakıncaları olduğu şüphesizdir. Bir kere bu sistemde artık Yargıtay, içtihadı birleştirme şeklinde ve uygulanması çok zor koşullara bağlanan bir usul dışında, işin mahiyeti gereği bazı suç tiplerine dair BAM kararlarını temyizen hiç inceleme olanağı bulamayacaktır ki bu da Yargıtay’ın içtihat birliğini sağlama fonksiyonunu sekteye uğratmaktadır. İkinci olarak temyiz sınırının belirlenmesinde her bir cezanın ayrı ayrı değerlendirilmesi ciddi anlamda sıkıntılı sonuçlar doğurmaktadır. Örneğin bir kişiye karşı neticesi sebebiyle ağırlaşmış kasten yaralama suçundan 6 yıl ceza alan bir sanığın istinaf başvurusu reddedilince temyize başvurma imkanı olmasına karşın ayrı ayrı 10 kişiye karşı suç işleyen ancak her birinden 4 yıl hapis cezası yani toplamda 40 yıl hapis cezası alan bir sanık temyize başvurma imkanından yoksun olacaktır. Elbette ceza muhakemesinde her bir suç isnadı ayrı bir muhakeme konusudur ve nihayetinde her bir suç açısından verilen mahkumiyet hükmü yekdiğerinden bağımsızdır. Ancak nihayetinde sanık hakkında koşullu salıverme hükümleri uygulanırken, koşullu salıverme süresi biri için münhasıran 6 yıl üzerinden belirlenirken, diğeri için CGTİHK m.99 uyarınca verilen toplama kararındaki 40 yıl üzerinden belirlenecektir. Bu da temyiz sınırının belirlenmesi noktasında nasıl bir manzaranın söz konusu olduğunu ortaya koymaktadır.
Ö.Ö.Ü.: Peki son olarak, çizdiğiniz tüm bu manzara karşısında BAM Ceza Dairelerinin geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
E.S. : Bizdeki temel sorun, kanuni düzenlemeleri olası uygulama sorunlarını düşünerek, mevcut alt yapımızı göz önünde bulundurarak ve bize has yargı psikolojisini nazara alarak yapmamamız. Zaten bu nedenle kanuna işlememize rağmen yaklaşık 12 sene hiç uygulanamadı. Bu tip bir ertelemenin de dünyada bildiğim kadarıyla bir benzeri yok. Bu 12 senenin sonunda ise Yargıtay’daki önlenemez dosya yığılmasının da etkisi ile alelacele istinaf sistemini uygulamaya koyduk ve daha iki yıl geçmeden kanunda pek çok değişiklik yaptık, hatta Anayasa Mahkemesi iptal kararları verdi. Kanun çıkmasına ve uygulanmak için 12 yıl beklenmesine rağmen sorun çıkarabilecekleri hiç öngörülemeyen pek çok maddenin sorun kaynağı olduğu bir-iki senede anlaşıldı, anlaşılmaya devam ediyor ve görünen o ki bu döngü böyle de devam edecek. Bu süreçte derece mahkemelerinin birbirleriyle tartıştığını, karşılıklı açıklamaların veya şikayetlerin yapıldığını bile gördük. Maalesef ilk beş aylık verilerden yola çıkılarak istinaf sisteminin süper hızlı bir sistem olduğu ve pek çok kronik sorunun çözümü olduğu kamuoyuna açıklandı. Ancak kazın ayağının hiç de öyle olmadığı çok geçmeden ortaya çıktı. Mesela yukarıda da belirttiğim gibi BAM Ceza Dairelerinin bir sonraki yıla devrettiği dosya sayılarında kabaca bir yılda 5 kat fazla artış olduğu görüldü. Bu sayının özellikle 7035 s. Kanun değişikliği ile birlikte ivmelenerek artacağı şüphesizdir. Bu da BAM Ceza Dairlerinde karar verme süresi ortalamasının gittikçe artacağını ve aylardan yıllara evrileceğini göstermektedir. Bu arada çözümsüz olarak duran yığınla normatif sorun da cabası. Aslında tüm bunlar, başta da belirttiğimiz gibi bu topraklara ve bizim insanımıza ait realiteyi göz ardı ederek yapılan düzenlemelerin bir sonucu. Örneğin Almanya’da ilk derece mahkemelerinin verdiği kararlara karşı kanun yoluna başvuru oranı ortalama %10-20 arası iken bizde bu sayının %60 civarında olduğunu ve zaten ilk derece mahkemesinde verilerek kesinleşen veya HAGB nedeniyle yalnızca itiraza tabi olan dosyalar ayrılırsa %90 seviyesine çıkacağını biliyoruz. Bu tip bir adli kültür söz konusu iken istinaf sisteminin belirlenmesinde bu derece hata yapılması anlaşılabilir değil maalesef. Tüm bu gerçekler karşısında istinaf sisteminde köklü bir değişiklik yapılmadıkça konuşmamızın başından bu yana belirttiğim sorunların ağırlaşarak çoğalacağı maalesef net bir şekilde ortada.
(Kaynak: H+ Dergi, Sayı:7, Şubat- Mart 2019, ss.112-119).