Daimi bir uluslararası ceza mahkemesi kurma fikri daha eskilere dayansa da, Soğuk Savaş’tan sonra eski Yugoslavya ve Ruanda’da yaşanan katliamlar ve bunları yargılamak üzere kurulan ad hoc mahkemeler, bu fikrin canlanmasına neden olmuştu. 1998 yılında kabul edilen Roma Statüsü ile kurulan ilk daimi Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) 2004 senesinde faaliyetlerine başladı ve o günden bu yana uluslararası ilişkiler tartışmalarının en münakaşalı konularından biri oldu. Kurulduğu günden bu zamana kadar geçen zaman içinde, mahkemeyle ilgili umudun ve beklentinin yerini hayal kırıklığı ve yer yer kızgınlık aldı. Mahkemenin ilk savcısı hakkındaki şaibeler veya mahkemenin sadece Afrika ülkelerine yoğunlaşan faaliyetlerinin bu ülkelerde meydana getirdiği tepkiler, yeni bir kurum olan mahkemenin kırılganlığını artırdı.
Mahkemenin merkezi figürü şüphesiz savcılık ofisidir. UCM savcısının yetkileri ve mahkemenin yargı yetkisinde olan durumlarla ilgili resen soruşturma açabilmesi, 1998 yazında Roma Konferansı’nda en çok tartışılan hususlardan biri olmuştu. Roma Konferansı sırasında ABD daha ziyade bağımsız bir savcısı olmayan, BM Güvenlik Konseyi kontrolünde bir mahkeme yapısı için bastırmış ancak muvaffak olamamıştı. Roma Konferansı’nda ABD heyetinin başında yer alan David Scheffer, savcının resen kullanabileceği yetkilerin kabul edilmemesi tekliflerinin iki nedenden dolayı reddedildiğini ifade etmişti. Birincisi ABD’nin çok ısrarlı bir şekilde Güvenlik Konseyi’nin soruşturma izinlerini veren tek merci olarak kabul edilmesi için çabalaması; ikincisi ise diğer devletlerin, bağımsız bir savcıya olan desteklerini ABD’nin ısrarlı Güvenlik Konseyi kontrolü talebine bir tepki aracı olarak görmeleriydi. Buna ilave olarak ABD, kurulacak olan mahkemenin taraf olmayan devlet vatandaşları üzerinde yetkili olmasına da karşı çıkmıştı. Ülkesinden binlerce kilometre ötede askeri varlığı olan ve düşman olarak gördüğü memleketlere savaş açan ABD, saldırı suçunun tanımlanmasına da şiddetle karşı çıkmıştı. Netice itibarıyla ABD kurulacak mahkemeye üye olmamaya karar vermiş, bugüne kadar da ABD’nin UCM siyasetinde pek bir değişiklik olmamıştı.
Clinton imzaladı
O dönemde ABD başkanı olan Bill Clinton, ülkesinin mahkemeye taraf olmasının bilge bir tutum olmayacağını ifade etmişti. Geçtiğimiz hafta deyim yerindeyse mahkemeyi topa tutan ABD ulusal güvenlik danışmanı John Bolton, mahkemeye kuruluş aşamasından beri karşı oluşuyla tanınıyor. Örneğin Bolton 23 Temmuz 1998 tarihli ABD Kongresi’nin dış ilişkiler alt komisyonunda yaptığı konuşmada, ABD’nin alt rütbeli askerlerinin yargılanmasından çekinmemesi gerektiği, esas çekinmesi gereken şeyin ABD Başkanı, Ulusal Güvenlik Konseyi memurları ve diğer üst düzey yetkililerin yargılanması ihtimali olduğunu vurgulamıştı. Bolton mahkemeye doğrudan veya dolaylı maddi destek verilmesine, işbirliği yapılmasına ve diğer hükümetlerle Roma Statüsü’nün tadili için müzakerelere girişilmesine de şiddetle karşı çıkmıştı. Deyim yerindeyse Bolton mahkemenin ya kendi kontrollerine gireceğini ya da yıkılacağını ileri sürmüştü.
Tüm bu tartışma ve çekincelere rağmen, dönemin ABD başkan Clinton, 31 Aralık 2000 tarihinde ABD’nin Roma Statüsü’nü imzalamasına karar vermiş, fakat kaygılarının da devam ettiğini ifade etmişti. Esasen Clinton Roma Statüsü’ne taraf olmak için değil, mahkemenin yapısını ve oluşumunu etkilemek maksadıyla imzacı devlet statüsünü elde etmişti. Ocak 2001 tarihinde George W. Bush’un başkan olmasıyla birlikte, ABD’nin UCM’ye açıktan muhalefet ve hatta düşmanlık dönemi başlamıştı.
11 Eylül 2001 hadiselerinden sonra, ABD Afganistan’a savaş açtığı sıralarda Roma Statüsü’nün yürürlüğe girmesi için atılan imzaların sayısı da hızla artıyordu ve nihayet Roma Statüsü 2002 yazında yürürlüğe girdi. Bush yönetimi, Statü yürürlüğe girmeden evvel ulusal güvenlik danışmanı John Bolton tarafından dönemin BM Genel Sekreteri Annan’a bir mektup yazarak “ABD’nin kendisini artık Statüye imzacı bir devlet olarak görmediğini” ilan etti. ABD’nin mahkemeye muhalefeti imzasını çekmekle kalmadı. Bush vatandaşlarını mahkemenin yargı yetkisinden korumak için halen yürürlükte olan Amerikan Hizmet Görevlilerini Koruma Yasası (American Service Members’ Protection Act) adında bir mevzuat çıkardı. Buna ilave olarak ABD 2009 senesine kadar Statü’ye taraf olan devletlerle ikili yargı bağışıklığı anlaşmaları akdetme siyasetini izledi.
Obama döneminde UCM’ye karşı daha yumuşak siyaset
Barack Obama ABD başkanı olduktan sonraki dönemde ise mahkemeyle pragmatik bir ilişki tesis edildi. Bir başka deyişle, ABD daha yumuşak bir söylemle de olsa Bush dönemindeki UCM siyasetini Obama döneminde de sürdürdü. Obama döneminde mahkemeye açıktan muhalefet etmeyen ABD, ulusal çıkarlarına uyan durumlarda, mahkemeye Güvenlik Konseyi’nde destek olmasa da en azından karşı çıkmadı. Güvenlik Konseyi’nin Sudan ve Libya’mım durumlarını UCM’ye havale etme kararlarının ABD tarafından veto edilmemesi, Obama döneminin icraatlarıydı. Özetlemek gerekirse, 1998-2018 arası dönemde hiçbir ABD başkanı ülkesinin UCM’ye taraf olacağını ilan etmedi ve bu siyasete sadık kalındı.
Bolton’ın konuşmasının arka planı
John Bolton’ın geçen hafta yaptığı, ağır ifadelerle yüklü konuşmasının arka planı bu yirmi yıllık tarihsel perspektif çerçevesinde anlaşılabilir. ABD’nin evvelden beri çıkarlarına aykırı gördüğü mahkemenin İsrail’in de çıkarlarına ters düşen bir kurum olduğunu ifade eden Bolton, Trump döneminin dolayımsız üslubunun tüm nişanelerini üzerinde taşıyor. Bolton’ın “UCM’nin kendi kendine ölmesine izin vereceğiz” ama mahkeme “bizim için zaten öldü” gibi ifadelere yer verdiği konuşması, UCM savcısının Afganistan’da 2003 senesinden itibaren işlenmiş olduğu iddia edilen uluslararası suçlarla ilgili soruşturma izni almasına bir tepki niteliği taşıyor. UCM hakim ve savcılarının ABD’ye girişlerine yasak konulması ve ABD’deki malvarlıklarının dondurulmasının yanı sıra, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Washington ofisinin kapatılması gibi yaptırımlar da Bolton tarafından ilan edilen UCM karşıtı tedbirler arasında yer alıyor. Bolton’ın konuşmasında sık sık İsrail’in güvenliğinden bahsetmesinin sebebi ise ABD’nin Afganistan önsoruşturmasından sonra Filistin’in durumu hakkında İsrail yönetimi ve askerleri aleyhine soruşturma açılması ihtimaline verilen bir tepki olarak okunuyor.
Bolton UCM’nin uluslararası suçları önlemeye muktedir olmadığını, bunu yapacak bilge kudrete ABD ve müttefiklerinin sahip olduğunu ilan ediyor. Konuşmasında, Avrupa Birliği’ne de değinen Bolton AB’yi küresel yönetişim dogmasına (global governance dogma) bağlı olmakla suçluyor.
Bolton’ın, başkanı Trump’ın talimatıyla yaptığı konuşma, ABD’nin uluslararası ilişkilerde kendi kontrolünde olmayan veya kontrolünden çıkan uluslararası örgütlere karşı tutumunu daha da sertleştireceğinin ilanı anlamına geliyor. Bu durum şüphesiz, Berlin duvarının yıkılmasıyla ikiz kulelerin yıkılması arasındaki dönemde, iyimserliğin hakim olduğu ve “tarihin sonu” tezlerinin ileri sürüldüğü kozmopolit dünya düzeni tasavvurunun yerini alan, bilhassa Irak’ın işgaliyle zirveye ulaşan, uluslararası hukukun gerilemesi sürecinin bir merhalesini teşkil ediyor.
https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/abd-ve-uluslararasi-ceza-mahkemesi/1256848